“Umarım ki Türkçedilli okuyucu bu kez Antik Roma polisiyesine bir şans verir.”
“Pardon, ateşinizi alabilir miyim?” Büyük Cadde’nin tam girişinde beni içine daldığım düşüncelerden çekip çıkartan bu ses oldu. Metronun merdivenlerini hızlıca tırmandığımı hatırlıyorum, meydanı geçerken sigaramı yakmış ve caddeye doğru seğirtmiş olmalıyım. “Elbette” diyebildim sadece, ama çakmağın birkaç gündür bizi terk etmiş rüzgâra direndiği o kısa anda, kısaydı çünkü karşımdaki pisicik sigara işinde oldukça profesyoneldi, belki de az sonra birlikte bir maceraya atılacağım sarışının sigarasını haşince elinden alıp, tütünlü ucunu aşktan alev alev olmuş dudaklarıma bastırıp, “İşte yandı!” diye geri vermiş olmayı hayal ettim. Evet, kötü bir polisiye yazarı olduğum kadar, kötü bir çapkındım da… Bebeğim arkasını dönüp gitti, teşekkür bile etmedi, dolgun dudaklarında küçük bir tebessümü ve tatlı küçük çenesini hafifçe aşağı eğmeyi kâfi gördü. Arkasından bakarken etrafımda dünya yeniden kuruluyordu, gidişinin karayeli vurdu önce, sonra haftalardır bizi kavuran güneş kendini hatırlattı, en son insan uğultuları kulağımı doldurdu. Julian Rathbone’na içimden lanet okudum, zihnimi meşgul ediyordu. 24 saati aşkındır evden çıkmamıştım, tüm serisini şıpınişi okumuştum. Tuzak’ı az önce bitirmiştim, Ege’nin toprak zenginleri, afyon ticareti ve iki ölümcül oryantal dilber iyiydi, ama Elmas Pazarı’nın Ankarası ve polisiyesi bütün romanlara baskın çıkmıştı. Hava çok güzeldi, keşke yürüseydim diye düşündüm, zira şehir merkezine erken varmıştım. Uzun yaz gecesi içkilerine ve ipsiz sapsız dostlarla boş sohbetlere kavuşmama hâlâ bir kaç saat vardı. Altı aydır işsizdim, küçük müdavim barımıza olan borcum gün geçtikçe kabarıyordu, ama hepsinden büyük bir sıkıntım vardı. Okunacak bütün polisiyelerim bitmişti!
Tedirgindim, bu yazı başka nasıl atlatabileceğim bilmiyordum ya da aslında beni ne maceraların beklediğini; kötü bir polisiye yazarı ve kötü bir çapkın olduğum kadar kötü bir falcıyımdır da. Eski bir dostumun, ki o iyi bir polisiye yazarıdır, bu yazdan birkaç yıl sonra diyeceği gibi “2009 yazı geri gelmeyecek”ti, ama bu başka bir hikâye ve başka bir zaman anlatılmalı. İnsanların arasından hızlı adımlarla yürüyor ve kapısından giremeyeceğim ışıklı vitrinlere yan gözle bakıyordum, ihtiyacım olan şey içerideydi, biliyordum, ama ulaşamıyordum. Son çaremden bir önceki çareme başvurdum, ihtiyar kurdu aradım. Sitem ve annemin beni özlediği faslını hızlı geçtik, “Baba,” dedim “kitap var mı?” Yoktu. O da yoksun durumdaydı, yine Sherlock okumaya başlamıştı ve artık işi elindeki farklı çevirileri karşılaştırmaya kadar vardırmıştı. Bu noktada ona İngilizce bilmediğini ve bunu yapamayacağını söylemedim, ki zaten bazı Sherlock çevirmenlerinin de gerçekten İngilizce bildiğinden şüphe ediyordum. “Tamam,” dedim “hafta sonu gelmeye çalışacağım ve elimde iki Lawrence Block var.” İhtiyar zaten işsiz olduğum, bana her gün hafta sonu olduğu ve yılların hızla geçip yaşlanacağıma dair söylenirken onu dinlemedim, sadece bu iki incecik kitabın onun dişinin kovuğuna yetmeyeceğini ve aslında daha yüklü bir çantayı ona ulaştırmam gerektiğini düşünüyordum. Vedalaşma faslının geldiğini tanıdık öğütleri duyunca fark ettim, beni seviyor ve iyiliğimi düşünüyordu, ama aslında içinden geçen eminim ki gerçek bir başarısızlık örneği olduğumdu. Telefonu kapattım ve sanıyorum artık çok istenmediğim yere doğru yelkenlerimi fora ettim. Büyük Cadde’nin insan seli içinde akarken, kimse fark etmeden hızlıca küçücük bir aralığa saptım, eğer biri beni takip ediyorsa kesin atlatmıştım. Dar pasajdan başım önde geçip, hararet alan bir avluya ulaştım. Bir grup şehir kaçkını mutlu yüzleri ve kahkahalarıyla içeceklerini yudumlarken, ben, bana uzanan birkaç selamın ve masaya davetin ayartısına kapılmadım, ayaklarım beni emin bir şekilde hedefime götürüyordu demek isterdim ama aslında cebimdeki bozuklukları umarım akşamı ve yarın sabahı çıkartacak bir paket West’e ayırabilmekti asıl gayem. Avluyu kiliseye bağlayan merdivenlerden iki adım önce soldaki dükkâna yıldırım gibi girdim. Gerçek dünyadan yılmıştım, kayıkçı dükkânın sonunda beni bekliyordu, ona verecek altın param yoktu, ama ırmağı geçmeliydim, Öte Dünya’ya ulaşmalıydım, unutmalıydım. “Kitabım bitti ve param yok!” Bu cümleyi benden ne kadar çok duymuştu, Sahaf Murat yüzüme yılgın bir şefkatle baktı, yerinden kalktı, “Gel” dedi. Onu takip ettim, beş raflı ve silme dolu bir kitaplığın en alt rafına eğildi, üç kalın cep boy kitap aldı, doğruldu, tozlarını eliyle sildi ve bana uzattı. Büyü cümlelerini tane tane okudum, Lindsey Davis, Gümüş Domuzların Esrarı, Tunç Gölgeler, Kızıl Venüs, çeviren Ayşen Anadol…
İşte çok sevdiğim dostum, uyku ve uyanıklık arkadaşım, bazen ruh ikizim, 2000 yaşındaki serseri, yakışıklı, yoksul, romantik, ahmak ve alaycı ‘bilgi toplayıcı’ Marcus Didius Falco’yla böyle tanıştım. Emin olun ki onun için borçlandığım her bir kuruşu hak ediyordu.
…
Dostluğumuzun Didius Falco’nun MS 70’ten 77 kadar süren ve Antik Roma, Cermenya, Britanya, Palmira, Kordoba, Kartaca, Ostiya, Yunanya, Libya ve İskenderiye’yi arşınlayan 20 macerası boyunca sürdüğünü söylemek isterdim ama olmadı. Aynı dili konuştuğum okuyucu onu sevmedi, üç kitaptan sonra susmak zorunda kaldı, benimle ne yazık ki bir daha konuşmadı.
Araya elbette başka dostluklar girdi, seneler geçti, cadde doldu, cadde boşaldı, binlerce sayfa çevrildi, sayısız cinayet işlendi, pek çok dava çözüldü, pek çok dedektif kesif karanlıkta ipucusuz kaldı, sonra ani aydınlanmalar, bazı şimşekler ve bazı anlamalar yaşandı, dünya umursamazdı, kaderine sadık ha babam döndü ve yine bir yaz günüydü. Onu gördüm, pastel bir kapak, neoklasik bir resim, eklektik üslup mermer bir kaidenin üzerine şalını atıp yaslanmış otuzlu yaşlarında perimsi bir kadın, yazılar, Didius Falco Dizisinin Yaratıcısı Lindsey Davis, Nisan Şenliği, Flavia Albia I. Dostumun adı tekrar kitap kapaklarındaydı, ama bu Flavia Albia da kimin nesiydi?
Tanıştık; dostum bizsiz yaşadığı maceralarda eşi ve ortağı olan kaderdaşı Helena Justina’yla, aşklarının nefretten geliştiği Britanya’yı tekrar ziyaret etmiş ve Albia’yı (ona kimse Flavia diye hitap etmez) evlatlık olarak almışlardı. Albia vahşiydi, ne idüğü belirsiz bir öksüz olarak hayata tırnaklarını geçirmişti, bu Romalı ‘nezih’ aileye alışması kolay olmadı, ama doğasına yerleşmiş hayatta kalma içgüdülerini, üvey anne ve babasının yetenekleri, tecrübeleri ve mizahı içinde harmanlayıp, kibar bir Romalı hanımefendi kisvesinde, bıçkın bir ‘bilgi toplayıcı’ olmayı başararak aile mesleğini devam ettirdi. Şimdi yıllardan MS 89, Aventinus Mahallesinin, o tanıdık olduğumuz Çeşme Meydanı’nda, Falco’nun fakirhanesi olan Kartal Apartmanı’nda, aynı yazıhanede Flavia Albia çalışıyor; Roma’da düzen hüküm sürüyor, cinayetin, üçkâğıdın, yankesicilerin, soyguncuların, hırslı politikacıların, köle ve azatlıların, erkeklerin, despotların ve sayısız tanrının düzeni.
Siyah saçları, beyaz teni ve genellikle temiz tuniğiyle Roma sokaklarında koşturan, hamamların, batakhanelerin, tören alanları, tüccar villaları, yoksul mahaller ve tapınakların aşılmaz kapılarını aşıp, girilmez odalarında bilgi toplayan, gri-mavi gözleriyle Roma yurttaşlarını gözleyen ve sorgulayan, 28 yaşının tüm güzelliğiyle Albia’mız kalbimizi ve zihnimizi ele geçirmeyi başarıyor.
Didius Falco serisinde sevdiğimiz –aslında polisiyede sevdiğimiz– her şey bu macerada mevcut; Antik Roma’nın toplumsal yapısını akademik titizlikle muhafaza eden olay, kurgu ve karakterler, detaylı mimari ve şehir tasvirleri, dönemin ruh hali, moda akımları, gerçek figürleri ve yöneticileri. Ve tüm bu materyal zenginliği ve tutarlılığına eşlik eden, sürükleyici, ters köşesi ikna edici bir macera. Ve dahası Ayşen Anadol’un muhteşem çevirisi; hiç teklemeyen, hiç bağlamını yitirmeyen, harika buluşlar ve kelime seçimleri içepisoded_221b. Flavia Albia çok güzel konuşuyor, çatal dili tanıdık, jestleri öncüsünden yadigâr, biraz Didius Falco’dan ama yoğunlukla Helena Justina’dan. Ne mutlu ki onun susmayacağı taahhüt ediliyor; son dönemde polisiye yayınlarıyla çölde bir vaha olan, aralıksız eski ya da yeni serileri okuyucuyla buluşturan Alfa Yayın 4 kitaplık diziyi tamamlayacağını ilan etti.
[btnsx id=”939″]
Umarım ki Türkçedilli okuyucu bu kez Antik Roma polisiyesine bir şans verir, Flavia Albia’nın güzelliğinin peşinden kadim kentin sokaklarına dalmaya, rüzgârına kapılıp tarihkurgu maceralar ve çokça ‘bilgi toplayıcı’ tecrübeleri –bunlara aşk, şarap ve bolca hata da dahil– yaşamaya gönül indirir. Ve yine belki bir gün Marcus Didius Falco bizimle tekrar konuşur, ondan dinleyecek o kadar çok şeyimiz var ki, mesela İmparator Domitianus’un zamanında, bu açgözlü, acımasız ve baskıcı zorba Roma’da tüm muhalifleri sustururken o uyumsuz varoluşuyla nasıl hayatta kaldı acaba?
*seckinerdi@gmail.com