Türkiye’nin tek polisiye dergisi 221B Dergi’nin 2.sayısında başlayan “yazar ve editör buluşmaları” dergide ve web sitemizde devam ediyor. Polisiye kitap editörlerinin, birlikte çalıştıkları yazarlarla hem kitabı, hem yazma sürecini hem de editör-yazar ilişkisini konuşacağı bu söyleşilere katılmak için bilgi@221episoded_221b.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.
KAPALIÇARŞI’DAN CADIBOSTANI’NA
Konuğumuz Esra Türkekul. Yazarın Kapalıçarşı Cinayeti adlı ilk kitabı üç yıl önce yayımlandı. Polisiyeseverler, Berna Tekdemir karakterinin yeni macerasını merakla bekliyordu. Mylos Kitap etiketiyle yayımlanan Cadıbostanı Cinayeti isimli ikinci romanıyla polisiyedeki yerini sağlamlaştıran Esra Türkekul, her iki kitabının editörü Özlem Özdemir‘le bir araya geldi.
İlk romanın Kapalıçarşı Cinayeti, 2013’te yayımlandı, eleştirmen ve okurlardan olumlu değerlendirme ve geri dönüşler aldın. Özellikle Berna Tekdemir karakteri hayli sevildi. İstersen önce Berna’dan başlayalım.
Berna benim empati yelpazemin bir ürünü. Bir kokteyl. Birey olarak beslendiğim her şeyin toplamı içinden çıkan bir karakter. Hayatım boyunca ciddi bir kilo sorunum olmadı ama bu konuda empatim yüksek. Berna gibi fazla kilo almasam da yiyeceklerle olan ilişkimin sorunlu olduğu dönemlerden geçtim. Çevremde böyle insanlarla etkileşime girdim. Depresyon ve diğer duygu durumu bozuklukları ilgi alanıma giriyor. Bağımlılıklar da öyle.
Bunların dışında Berna’nın benim için anlamı sıradan, ortadirek, şehirli, eğitimli bir vatandaş olması. Ben en iyi bu dünyayı biliyorum ve şimdilik o dünyanın arka plan olduğu kitaplar yazmak istiyorum. Berna bazı açılardan hiç öyle olmasa da çoğu açıdan bu arka planın oldukça sıradan bir üyesi bana göre. Berna’yı bu arka planı derinlemesine incelemek için oluşturmadım. Onu tek başına bu arka planı temsil eden saf ve jenerik bir karakter olarak da görmüyorum. Sıradanlığından yola çıktığım ama bana hitap eden diğer temalarla ilişkili özellikleri de içepisoded_221b; kafamın içinde zaman ve mekâna oturtup bir hayat yaşattığım bir karakter olarak görüyorum.
Cadıbostanı Cinayeti’nde temel olarak, polis ya da dedektif olmadan, meraklı bir insanın, maktul ve yakınları hakkında semtteki insanlardan, esnaftan, aile üyelerinden, internetten ya da biraz “kirli” yöntemler sonucunda bir cinayeti aydınlatabildiğini görüyoruz. Polisiye kurgu anlamında da ilk kitabından daha olgun ve başarılı olduğu söylenebilir…
İlk kitaba, yani Kapalıçarşı Cinayeti’ne başlarken kafam çok karışıktı. Polisiye yazmak istediğimi biliyordum ama onun dışında el yordamı ve deneme yanılmayla ilerledim. Sonuçta ana karakterin ön planda olduğu, suç ve çözümleme kurgusunun daha geri planda olduğu bir kitap çıktı ortaya. Bunun bir sebebi benim tecrübesizliğimdi. Diğer sebebiyse oluşturduğum karakterin özellikleri: Depresif, çekingen, alt orta sınıf korkaklığını taşıyan, kuvvetli bağlantıları ya da savant hafızası olmayan bir insan Berna. Böyle birinin suça karışma ve suç çözme olanakları çok kısıtlı. Kendimce pek önemsediğim bir tutarlılık boyutunu korumak istediğim için de Berna’nın suç çözmeye katkısı sınırlı olmak zorunda kaldı Kapalıçarşı Cinayeti’nde.
İlk kitapta Berna boşanalı bir yıl civarında olmuştu ve hâlâ bu olayın yol açtığı depresyonun etkisi altındaydı. Depresyon başka şeylerin yanı sıra insanda kendine güvensizlik yaratır.
İkinci kitapta Berna’nın karakteri bir anda değişmedi ama depresyonu atlattığı için kendine güveni arttı. Bu durum, benim açıdan rahatsızlık verici değil. Çünkü istisnaları olsa da çoğu insanın, en büyük kayıpların ardından bile yaklaşık bir-iki yıl içinde bunun getirdiği psikolojik çöküntüyle başa çıkabildiği genel bir gerçek. Yani sonuçta Berna’nın kapasitesinin artması, bana da polisiye kurguya daha fazla ağırlık verme fırsatı verdi. Bu ikisi eşgüdümlü olarak giden şeyler.
Berna, şaşkınlıkları, iç sesi ve olaylara yaklaşımıyla ilk kitapta okurları bolca güldürmüştü. Yeni kitapta da güldürmeye devam ediyor fakat daha düşünceli ve farklı bir Berna görüyoruz. Okurlar tarafından sevilmiş bir karakterde böylesi bir değişikliğe gitmek riskli bulunur genelde. Bu riski alman beni çok mutlu etti. Neden ve nasıl tercih ettin bunu?
Ben bunu yaparken bir risk olarak algılamamıştım aslında. Sonradan senin ve bazı arkadaşlarımın yorumlarını alınca fark ettim. Dediğim gibi Berna tamamen başka birine dönüşmedi ama depresyondan çıktı.
Polisiye romanda sadece suç ve çözümünün matematiği yok. Bir de suç çözücü karakterle kurgulanabilecek suç arasında bir uyum sağlamak gerekiyor. Bu denge olmazsa, olayın çözümü için gerçekten çok sırıtabilecek ve okuyucunun beynine bir diken gibi saplanabilecek yapay yamalar, zorlama bağlantılar falan katmak gerekebiliyor. Ben de yüzde yüz bunlardan arınamadım ama en azından içime sindirebileceğim bir dengede karar kıldım.
Cadıbostanı Cinayeti’nde amacım hem polisiye anlamda okuma zevki verecek bir suç kurgusu yapabilmek hem de bunun, suç çözücü olan karakterle yani Berna ve arka planla mümkün olduğunca uyumlu olmasını sağlamaktı.
Cadıbostanı Cinayeti’nde, Caddebostan Sahili’ndeki yaşam, kentsel dönüşümün etkileri ve bolca kedi var. Bunlar son iki yılda senin de hayatındaki değişimler aslında. Kedi sahiplendin, taşındın. Hayatındaki değişimlerden bazılarını kitaba yansıttığını söyleyebiliriz sanırım.
Doğru. Aynen sorunun hissettirdiği gibi oluyor benim için. Benim için okumak zaman zaman çok etkili bir kaçış olabiliyor ama yazmak hiç öyle olmadı şimdiye kadar. Yazmak benim için kaçışın tam tersi oldu. Hangi dönem, hangi konular kafamı kurcalıyorsa onları taşıdığım bir mecra oldu. Dolayısıyla eğer gerçek hayatımda bir kedi problemim varsa bunun bir şekilde kitabıma sızması olası. Burada sınırım çok net yalnız. Kitaplarımı asla kendi hayatımdan anekdotlarla beslemeyi, bunlara dayandırmayı düşünmedim. Beynimde işlemden geçirdiğim, soyutladığım başlıkları, kitabın içinde kendimce yeniden ürettim. Diğer türlüsü bana hitap etmiyor.
İki kitaptaki yazım sürecini karşılaştırmanı istesem…
İkinci kitaba başladığımda şöyle bir avantajım vardı: Daha önce bir kitap yazmıştım. Bu, yazdığım kitabın iyi veya kötü olmasından çok, onlarca bölümden oluşan bütünlüklü, uzun bir metni yazıp bitirmiş olmaktı. Ara ara yazdıklarımın birleşip bir bütün oluşturduğunu görmekti. İkinci kitaba başlarken kafa yorarak, uğraşarak, parça parça yazarak ortaya bir metin çıkarabileceğimi tahmin ederek başladım. İlk kitaba başlarken bu kadarını bile kestiremiyordum. Bir de ikinci kitapta elimde bir karakter ve genel bir arka plan vardı tabii.
Editör-yazar sohbetlerinin ilk konuğu sensin, editörün yazma sürecine ve metin üzerindeki çalışmana ne tür bir katkısı oluyor? Ya da bu süreci nasıl geçirdin kendi cephende?
Benim sevgili editörüm sensin. O yüzden bu soruya sen-ben diye değil, genel cevap versem daha iyi olacak.
Bence bir yazarın kendi ürettiği metne “bir miktar” nesnel yaklaşması, metnin zayıf ve güçlü yönleri hakkında gene “bir miktar” farkındalığının olması şart. Farkında olduğu zayıflıklar konusunda destek alması zaten çok doğal. Bununla ilgili herhangi bir rezervinin olmaması lazım bana göre. Yazar için ikinci adım, kendi başına fark edemediği aksaklıkları/yetersizlikleri de duymaya hazır olması. Ben editörümden önce, yazdığım iki kitabımı da arkadaşlarıma okuttum. Onlardan gelen katkılar çok yararlı oldu ve kitapta gözden kaçırdığım aksamaların bir kısmını düzeltme fırsatım oldu.
Editörle çalışmaksa bundan çok daha öte. Editörün kitaba katkısı çok önemli… Yazar ve editör belli bir vizyon üzerinde birleşebiliyor ve rahat, yapıcı bir iletişim kurabiliyorsa bu, yazar için bence bulunmaz nimet oluyor. Ben editörümle bu uyumu yakalayabildiğimiz için kendimi çok şanslı hissediyorum. Yazar, kendi “yazarlık sınırları”nı ne kadar doğru tespit etmişse bence bir editörle çalışması o kadar kolaylaşıyor. Editörden gelen önerilerin hangilerini içselleştirip kendine mal ederek kitabı zenginleştireceğine; hangilerininse “içine sinmediğine” soğukkanlı bir şekilde, savunmaya geçmeden karar verebilirse editör-yazar ilişkisi o kadar verimli oluyor. Bu demek değil ki yazar herkese akıl sorup herkesi memnun etmeye çalışmalı. Ya da bütün tercihlerini yeni baştan sorgulamalı anlamına gelmiyor tabii ki. O kadar çok müdahale gerektiren bir metni editör baştan kabul etmez sanırım. Editör bir metni kabul etmişse zaten büyük oranda benimsemiş demektir. O zaman da editörden gelen önerilere öncelikle, “Elbet bir hikmeti vardır,” diye yaklaşmak yazar için çok faydalı bence. Ben editörüme bu işteki en değerli müttefikim gözüyle bakıyorum. Benim için durum böyle ve bu açıdan hayatımdan çok memnunum.
Üçüncü kitapla ilgili kafanda fikirler uçuştuğunu biliyorum. Berna’nın hayatına dair beklediğimiz değişimler olabilecek mi?
Buna cevap vermeden önce her şey epeyce kafamda oturana kadar bu uçuşmaların devam etmesi lazım. Şu kadarını söyleyebilirim: İlk kitapta biraz şapşalca ve edilgence sürüklenen Berna, ikinci kitapta cinayeti kendi başına çözdü. Kim olursa olsun, böyle bir başarının ardından güçlenerek, kendine güveni daha da artarak çıkar. Ufku genişler ve ileride altından kalkabileceği durumlar hakkında daha olumlu beklentileri olur. Üçüncü kitaptaki Berna bu başarısını arkasına alan bir Berna olacak tabii ki. Bence bu çok doğal bir gelişim. Sırf Berna için değil, sen, ben, herkes için bu geçerli. Beni ilgilendiren, dönüşümler olsa da kendi karakter algıma göre tutarlılık ve sürekliliği korumaya çalışmak. Ve tabii ki Berna’nın dönüşümüne uygun bir suç kurgusu tasarlayabilmek…