Çek Cumhuriyeti Kütüphaneciler Birliği, gençleri kitap okumaya teşvik etmek için bir reklam kampanyası hazırlamıştı: Read it before Hollywood does. Klasik eserlerin ekrana uyarlandıklarında ne kadar değiştiklerine dikkat çekmeyi amaçlıyordu ve başarılı da oldu. Benim de kişisel kanaatim bu yönde olduğu için, Angie Harmon ve Sasha Alexander dizi uyarlamasında her ne kadar iyi bir iş çıkarsalar da Rizzoli & Isles’a Tess Gerritsen’ın kaleminden değinmek isterim.
Jane Rizzoli, Boston Cinayet Masası’nın tek kadın polisidir. Asla teslim olmaz, asla taviz vermez ve özellikle de zorba erkeklere asla tahammül etmez. Bir kadın olarak, bekleneceği üzere, spotlar her zaman onun üzerindedir, başarısı kadar yaptığı her hata da bir kenara not edilir. Rizzoli’nin hatadan anladığı meslektaşlarının eline koz vermemektir, o nedenle sürekli tetiktedir, hareketlerine dikkat eder. Mesela, bir soruşturma üzerinde yoğun çalıştığı bir gece ofisinde uyuyakalır, sabah uyandığında başka bir dedektifin masasının üzerinde bir kese kağıdı dolusu donut görür. Aslında alışık olduğumuz Amerikan polisi o donutlardan mutlaka bir tane alır ama Rizzoli’nin o sırada düşündüğü tek şey erkek meslektaşlarının o uyurken ofise geldiği ve onu zayıf halde, yani uyurken gördüğüdür. Çünkü erkek meslektaşları küçük dokundurmalarla, aşağılamalarla sürekli damarına basarlar ancak Rizzoli bunlara en ufak bir haklı tepki gösterdiğinde cevap bellidir: Demek ayın o dönemine geldik ha? İşte Rizzoli sırf bunları duymamak için her daim kontrollüdür, o kadar ki, masasının üzerindeki boş soda şişesinin içine tampon tıkıştıracak kadar ileri gitseler de şikayet etmez. Çünkü şikayet ederse dosyasına erkekler liginde oynamakta başarısız diye not düşülür, adı “mızmız Rizzoli, mızıkçı Rizzoli”ye çıkar.
Böyle bir ortamda var olmaya çalışırken, ketum ve sinirli bir halde, karmakarışık kıvırcık saçları ve ütüsüz pantolon takımlarıyla sürekli savunma durumunda olmasına şaşmamak gerekir. Zaten çoğu zaman davalar Rizzoli’nin hayatını ele geçirir. Günlük rutini sadece uyumak, yemek yemek ve çalışmaktan ibarettir ki, ilk ikisini çok da iyi yerine getirdiği söylenemez. Yemek yemekten anladığı buzdolabındaki ton balıklı sandviç, patates cipsi ve biradır. Keyifle, doğru dürüst bir akşam yemeği yediği nadir görülür. Mesela bir akşam partneri Dedektif Moore’un getirdiği Çin yemeği sayesinde Rizzoli’nin bir bira eşliğinde çubuklarını kung pao tavuk kutusuna ya da Moğol usulü sığır etine daldırdığını görürüz. Onun dışında, evine gittiğinde dinlenmeye ya da yemek yemeye vakit ayırmaz. Bazen yolunun üstündeki bir restorandan pizza alıp eve getirir ve buzdolabının derinliklerinden bulduğu bir parça marul eşliğinde yemeğini sonlandırır, sırf karnını doyurmak için yer yani. Bazen de açlığını bastırmak için buzdolabındaki ton balığını hiç tabağa boşaltmadan konserveden yiyip bitirir. Yanında da bir avuç tuzlu kraker atıştırır. Açlığı geçmediği için tekrar dolaba dönüp dilimlenmiş şeftali yerken yemek masasının yanındaki duvara tutturduğu Boston haritasını inceleyerek katillerin ayak izlerini takip eder. Tabii bu sırada, başka kadınlar mutfaklarının duvarını çiçeklerle, manzara resimleriyle süslerken ben neden böyleyim diye sorgulamaktan da alamaz kendini. Bu iç hesaplaşma başka zamanlarda da su yüzüne çıkar. Bir barda ginger ale yudumlarken içeri giren güzel kadınları inceleyip kendi makyaj malzemelerinin kurumuş bir rimel ve banyo dolabının derinliklerinde kaybolmuş bir rujdan ibaret olduğunu anımsar. Ama böyle şeylere ayıracak vakti yoktur Rizzoli’nin. Soruşturma sırasında öyle bir noktaya gelir ki, 30 saattir uyumadığı 12 saattir yemek yemediği zamanlar olur. Rizzoli kendisini bu işe programlamıştır, işini sever ve işi için yaşar. On iki yaşından beri polis olmak ister çünkü polislere, kadın olsalar bile, herkes saygı gösterir. Görünmez bir kadın olmak istemez Rizzoli, en iyisi olmak, herkesten daha çok çalışıp herkesten daha çok parlamak ister. Şimdi ciddi bir işe sahiptir ama annesi bile onun sadece telefonlara cevap verdiğini ya da erkeklere kahve taşıdığını düşünür.
O nedenle, yemek hazırlarken gördüğümüz nadir yerlerden birinde, yani annesinin evinde bile diken üstündedir Rizzoli. İki erkek kardeşinin küçümsediği kız kardeş olarak büyümüştür ve hâlâ da öyledir. İtalyan asıllı Rizzoli ailesinin evinde birbirinden lezzetli yemekler pişerken bile rahatlayıp yemeğin tadını çıkaramaz. Bir güveç dolusu soslu dana eti kısık ateşte kaynarken, çeri domateslerin, sarımsağın ve etin kokusu tezgahın üzerinde duran sos kaplı hindinin aromasıyla karışırken ailesinin içindeki konumunu sorgular. Haşlanmış patatesle çırpılmış yumurtaların bulunduğu kaba tereyağı ve un ekleyip karıştırırken, annesi “cannoli”leri kızartmaya çalışırken, kendini “gnocchi” hamurunu yoğurmaya teslim eder.
Rizzoli’nin iştahla yemek yemeye koyulduğunu gördüğümüz tek an, hamile olduğunu öğrendiği andır, ki o da biyolojik zorunluluktan kaynaklanır. Genelde polislerin takıldığı J. P. Doyle adlı bara gider. Her zamanki Sam Adams birasından vazgeçip kola istemek zorunda kalır. Yanında da bol thousand island soslu şefin salatası, balık ve patates kızartması, soğan halkaları ve ekmeğe sürmek için tereyağı.
Serinin üçüncü kitabından itibaren Rizzoli’nin ortağı adli tabip Maura Isles’a da ağırlık verir Gerritsen. O nedenle ondan da kısaca bahsetmek gerekir. Zarif, güzel giyinen, hoş, başarılı bir kadındır Maura. Onu evlat edinen iyi bir aileyle büyümüştür, ince zevkleri vardır, İspanyol şarabı olarak bilinen bir kadeh “sherry”yi hiçbir şeye değişmez. Şarap dışında da kendine has kokteylleri vardır. Eski kocasına yeşil limon, kızılcık suyu, bir ölçü Triple Sec şurubu, bir ölçü Absolut Citron ve buzdan oluşan, kendi deyimiyle bir kadın içkisi hazırlar. Rizzoli konserveden ton balığı yemeyi umursamaz ama Maura öyle değildir. Bir domates çorbası yapıp tost ekmeğinin üzerine peynir koyup eriterek basit bir yemek hazırlayabilir, yanında da bir kadeh kırmızı şarap. Ya da misafiri için içinden kırmızı şarap ve tavuk kokuları yükselen bir Coq au vin hazırlayabilir, bir kadeh “pinot noir” eşliğinde tabii. Varlığından haberdar olmadığı ikiz kardeşinin öldüğünü, biyolojik anne ve babasının azılı katiller olduğunu öğrendiğinde hayatı alt üst olur. O zaman da votka portakala ya da kendi deyimiyle cesaret takviyesine sarılır. Damarlarında katillerin kanı dolaşıyordur, kötülüğün kalıtsal olup olmadığını sorgular. Yine de akşam yemeğinde ton balığı ve donmuş bezelye yemek istemez. Acı mı acı yeşil körili bir Tai yemeği pişirmeye karar verir.
Romanlarda okuduğumuz veya ekranlarda izlediğimiz karakterlerin yeme içme alışkanlıkları hiçbir zaman tesadüfi değildir. Bize kişilikleri, dürtüleri, ilgileri, korkuları, endişeleri ve zevkleriyle ilgili önemli ipuçları sağlar. O nedenle Rizzoli’nin toplumun kadın normlarına güya uymayan yeme içme alışkanlıkları Judith Butler’ın cinsel kimlik kuramı eşliğinde ya da Isles’ın biyolojik mirasına tamamen zıt şekilde sürdürdüğü hayatı, Francis Galton’ın insan gelişiminde genetik ve çevrenin etkisine dair teorileri ışığında irdelenebilir elbette. Tabii, daha geniş bir köşede.