Türk polisiyesinin en üretken yazarlarından Osman Aysu ile, casusluk dosyasını açtığımız 4. sayımızda dolu dolu bir röportaj yapmıştık. Yeniden hatırlatma adına sizi Aysu’nun söyledikleriyle baş başa bırakıp aradan çekiliyoruz…
Türk polisiye edebiyatına 90’dan fazla roman kazandıran Osman Aysu, casus romanlarının da ülkemizdeki en etkin ismi kuşkusuz. Hayal etmek, karakterleri bu hayalde yaşatmak ve zihindeki kurguyu kelimelere dökmek… Yazarın işi bu elbette, okuyucusuna yeni bir dünyanın kapılarını açmak. Osman Aysu ile ardında gizemli bir dünya ve büyük sırlar barındıran casusların kapılarını aralamaya çalıştık…
Röportaj: Cenk Çalışır
Casus romanları, birçok polisiye okuru tarafından “türün” içine pek dahil edilmez. Okurlar, daha çok “thriller”a yakın bulur bu tür romanları. Siz ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat türleri için birçok tanımlama ve buna bağlı sınıflandırma yapılıyor. Kim, neye göre “thriller,” ya da “Hayır efendim, değildir,” diyor, bunu tam olarak kestirmek zor ama şahsi kanaatim, casus romanlarının doğrudan polisiyenin konusu olduğudur. Belki bir alt başlık olarak ama polisiyenin konusudur. Casuslar yasal olmayan şeyleri yaparlar. Suç işlerler yani. Suç varsa polisiyenin konusudur.
Yaygın ama yanlış bir kanı, James Bond romanlarını ve filmlerini casusluk edebiyatının baş tacı sayar. Casusluğun böyle bir mefhum olmadığını söyleyebilir miyiz? Ya da romanlardaki kahramanlar beyazperdeye aktarılırken biraz daha mı abartılıyor?
Sinema ve edebiyatı birbirinden ayrı değerlendirmek gerek. Tamam, her ikisi de anlatı sanatının birer parçasıdır ama disiplinleri çok farklıdır. Edebiyatın ve sinemanın yaratmak istediği etki, vermek istediği algı farklı olduğu gibi, izleyici ile okurun da beklentileri başkadır. Casusluk konusundan hareketle, sinema bir şov sunmak durumundadır. Yazarın üç sayfada anlatıp eksik bıraktım dediği bir gülümsemeyi, sinemada yönetmen üç saniyeyle verip geçebilir. Sinema izleyicisinin durup düşünmek gibi, salondaki gösterimde sahneyi geri almak gibi bir lüksü yoktur. Bana sorarsan böyle bir çabası da yoktur. Hazırlanıp önüne konanı yüz dakikada izler, bitirir.
Oysa okurun, romanı okuması sırasında hayal gücü deli gibi çalışır. Misal, yazar bir odayı anlatır, aynı oda her okurun kafasında başka şekillenir. Oysa sinema, yönetmenin gösterdiğidir. Ve gösterdiklerinin, çoğu izleyiciyi memnun etmesi, beklentilerini karşılaması gerekir. Amacı budur zaten. Bu nedenle casusların edebiyata kıyasla sinemada insanüstüleştirildikleri doğrudur. Ama bu, bütün casuslar böyledir demek değildir elbette.
“Kendimi çoğu zaman bir yazar olarak görmem”
O halde John le Carré’den söz etmenin tam zamanı. Uzunca bir süre casus romanlarının kahramanları yakışıklı, çapkın, otomobil ve sürat düşkünü, son teknolojiyle donatılmış, ulaşılmaz karakterlerdi. John le Carré, “Soğuktan Gelen Casus” romanında hayat verdiği Alex Leamas ile bu klişeyi kırdı. Sıradan bir kahramanla en iyi casus romanlarından birini kaleme aldı. Hatta Alex’i havaalanında gözlemlediği sıradan bir tip üzerine yarattığını söyledi. Siz kahramanlarınız için neler söyleyebilirsiniz? Tanıdığınız kişileri mi yazarsınız?
Her şeyden önce bu teveccühün için teşekkür ederim. John le Carré’in eşsiz karakterlerinden sonra benim yarattığım kahramanlara geçtin. Soruyu ondan bağımsız yanıtlamış olayım. Ben yıllardır yazdığım halde kendimi çok iyi bir yazar, hatta çoğu zaman bir yazar olarak bile görmem. Çok iyi, dört dörtlük, dengeli, tutarlı bir karakter yaratacağım diye de çok zorlamam ama onlara insanüstü bir yetenek, kimsede olmayan bir şans da yüklemem. Casuslarım, sıradan kişilerdir diyebiliriz. Hayattan seçtiğim, tanıdıklarımdan birebir kopyaladığım birini yazmadım ama esinlenmişimdir mutlaka.
Tarihte önemli olaylara imza atmış İngiliz Kemal lakaplı Ahmet Esat Tomruk, Teşkilatı Mahsusa’nın tetikçisi Yakup Cemil, CIA’de çalışmış Türk Casusu Ruzi Nazar gibi casuslarımız varken, hayatları sadece araştırma-inceleme kitaplarına ya da otobiyografilere konu edilmiş. Türk yazarlarımız bu konuda tarihe biraz mesafeli mi duruyor, ne dersiniz?
Yazarın mesafeli durduğu bir gerçek ama her şeyden önce Türk okuru polisiyeye, casus romanlarına karşı şartlandırılmış durumda. Yeni kuşaklar için bu geçerli değil belki ama ülkemizde polisiye çok uzun yıllar, yabancı eserlerin çevirileriyle okundu. Yabancı kahramanlar, onların çözüm metotları, onların dünyaları sevildi. Böyle olunca kimse dönüp bizim casuslarımızı, bizim casus hikâyelerimizi merak etmedi. Bu ilgisizlik yazara da geçti tabii. Tarihsel dönemleri kurgu olarak ele alsak bile o döneme hâkim olmak gerekir. Bu hâkimiyet olmadan yazılan eserler zayıf kalacaktır. Araştırmacı yazarlar da dediğin gibi daha çok inceleme ve biyografi yazarlarıdır. Kurgu yazarları değildir. Onların kurgusal, bizimse araştırmacı yanımız eksik demek ki. Bakın 1990’lı yıllarda bu alanda kalem oynatan, polisiyeyi ayakta tutan, yaşatan Celil Oker, Ahmet Ümit ve benden başkasını göremezsiniz. Türkiye gibi kalabalık bir ülke için hem yazar hem de okur açısından sığ bir durumdur bu.
Özellikle “Havyar Operasyonu” adlı eserinizden sonra istihbarat teşkilatında görev aldığınız yönünde söylenceler oldu. Bunların aslı var mıdır? Sizi besleyen böyle bir geçmişiniz olabilir mi?
Bu tür iddialar hep oldu ben de her seferinde, “Hayır,” dedim. Neymiş efendim, o romanda istihbarat teşkilatının hiyerarşik yapısını çok iyi anlatmışım. Yahu bu bilgi bugün her yerde var. O gün de vardı. Resmi Gazete okusan öğrenebileceğin şeyler bunlar.
Ülkemizin en çok satan casus romanlarının yazarısınız, birçok eser verdiniz… Türkiye’de türün gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bırak gelişimini, türün varlığı bile tartışmalı bence. Bunun da sebepleri var elbet. Her şeyden önce bizdeki istihbarat 60’lı yıllardan sonra daha aktiftir ama 80’li yıllara kadar askeri ağırlıklı bir yapıdadır. Gazetelerde, haberlerde teşkilat haberi olmazdı. Öncesinde polis yapılanmasında 1. Şube vardı. Siyasi olaylara o birim bakardı. Dolayısıyla casusluk yaşamı olmamış, olsa da konu edilmemiştir. Bu konuda kalem oynatmak bilgi ister ama ortada bilgi yok. Beslenemeyince edebiyatı da olmuyor tabii. Günün koşullarında bilen birkaç kişi varsa bile kurgusal olarak yazmaları mümkün değildi. 10 yılda bir darbe gören ülkelerde kolay işler değildir bunlar. Dışarıya baktığımızda casus romanları diye geniş bir yelpaze varken bizde bu kulvar halen boştur.
Casus romanları da içinde bulundukları dönemden etkilenmişler ve altın çağlarını II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde yaşamışlardır. ABD ve Avrupa’da o dönemde en çok kaleme alınan ve okunan türler arasında olmuşlar. Oysa aynı dönemde Türkiye’de Ümit Deniz’in kurgusal casus romanlarından başka örnek neredeyse yok. Bu durum Türkiye’nin savaşa girmemiş olmasıyla açıklanabilir mi?
Savaşa girmemiş olmamız bunun baş sebebidir. O günün kayıtlarında Ümit Deniz’den başka bir isim de yoktur. İkincil sebepse casus romanları 50’lere damga vurduysa da polisiyenin bu ülkelerde varlığı çok daha eskidir. Yüzyılın başına kadar gider. Yani açılmış bir yol vardı zaten. Daha uzun yaşamış olsaydı belki Ümit Deniz bir temel atmış, bir yol açmış olacaktı. Öncesinde de Cingöz Recai gibi denemeler var elbette ama bugünün kurgusal derinliğinde zayıf polisiyeler. Ümit Deniz, bu alanda bence ilk örnektir.
Yazar John le Carré, uzun yıllar İngiliz Gizli Servisleri MI5 ve MI6 için çalıştığını açıkladıktan sonra, gizli servislerin kontrol edilmediklerinde demokrasi için büyük tehlike oluşturabileceklerini söyleyerek büyük bir tartışma başlatmıştı. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Çok doğru söylemiş. Üstelik bunu İngiliz bir yazar, İngiliz Gizli Servisleri için söylüyor. Endişe verici hatta dehşet verici. Demokrasinin bir gelenek gibi köklüce yerleştiğine inanılan bir ülke İngiltere. Demokrasinin olmadığı, yeşermeye çalıştığı ülkeler için durum çok daha vahim olabilir. CIA diye bir gizli servis var ve bugün ABD’de herkes o yapının hükümetlerden daha güçlü olduğunu, hatta hükümetlerden gizli işler yaptığını söyleyecektir. Yakın tarih birçok ülkede, gizli servislerin kendi hükümetlerinden gizli operasyonlar yaptığı haberleriyle doludur.
“Malzeme çok, iyi bir oltacı büyük balığı yakalayabilir”
Bu türde eserler vermek isteyen yazarlar için önerileriniz nelerdir?
Önce şunu belirtmem gerek; yazmak üzerine bir önerim olamaz. Bu, tavsiyeden yola çıkılarak yapılabilecek bir şey değil. Bence yazmak her şeyden önce yetenek işi. Yetenek yoksa tavsiyenin bir anlamı da yok ama kurgusal casusluk romanı yazabilecek yeteneği olanlar için önerebileceğim birkaç şey var: Bugün içinden geçtiğimiz dönem, içinde bulunduğumuz coğrafya inanılmaz hareketli. Afganistan’dan başlayarak bütün Ortadoğu yangın yeri. Görünen, yazılan birçok haber var. Bugünle beslenen, notlarını alan, haberleri derinlemesine inceleyen, olaylar arasında köprü kurabilen yazar ya da yazar adayı isimler için denizde balık gibi malzeme var. İyi bir oltacı büyük balığı yakalayabilir.
Bir de az önce dedim ya teknoloji geliştikçe donanımlı, yetenekli casuslara duyulan ihtiyaç azaldı diye. Masa başında casusluk dönemi başladı. Böyle olunca kahraman odaklı casus kurguları daha az ilgi çekmeye başladı. Bugünün notlarını alacak olanların, bugünün teknolojisini de yakinen takip etmelerini öneririm. Bugünde geçen ama teknolojiden uzak casusluk faaliyetleri yavan kalacaktır.