Gülce Başer: “Öğretmeye değil anlamaya çalışan biriyim”

/
36 dakikalık okuma

Bir Ceset Bir Söz romanıyla Dünya Kitap Yılın En İyi Polisiye Romanı Ödülü’nü kazanan Gülce Başer, bu romanda polisiye edebiyatımıza özgün ve ilginç bir kadın karakter de kazandırmıştı: Nihal Gürsoy. Serinin ikinci romanı Yanığı Bulmak’ta Nihal Gürsoy ve Hakan, ortadan kaybolan birini ararken mafyanın, çatışmanın ve tehlikeli ilişkilerin arasında kalmıştı. Serinin üçüncü romanı Yarın Evdesin raflarda. Mylos Kitap olarak ilk iki romanı da yeni kapak tasarımlarıyla tekrar yayımladığımız için mutluyuz.

Yarın Evdesin, pandemi döneminde geçen bir roman; Nihal ve Hakan bu kez çok ilginç, kültürlü bir dolandırıcının peşine düşüyor ancak tabii ki olaylar çok daha tuhaf yerlere bağlanıyor. Gülce Başer, önceki iki romanında olduğu gibi Yarın Evdesin’de de ülkemizin sorunlarını, insanlığın girdiği çıkmazları, içinde yaşadığımız cehennemin nedenlerini sorguluyor.

Gülce Başer’le Nihal Gürsoy serisini, yeni romanı Yarın Evdesin’i, polisiye edebiyatın hayatına etkisini konuştuk.

Bir Ceset Bir Söz ile başlayan, Yanığı Bulmak ile devam eden Nihal Gürsoy serisinin 3. kitabı Yarın Evdesin yayımlandı. Öncelikle neler hissediyorsun, bu seri bir yazar olarak sana neler düşündürüyor, hissettiriyor?

Bu seri kritik zamanların serisi. Bir Ceset Bir Söz, Gezi olaylarını izleyen ve o olayların etkisini hisseden karakterlerin hikâyelerini barındırıyor. Kitabın ertesi yılı 15 Temmuz darbe girişimi vuku buldu ve Yanığı Bulmak, olayla ilgili olmasa da tam 15 Temmuz’da gerçekleşen bir olayın romanıydı. Kitap çıktı, bir ay sonra pandemi patladı ve Yarın Evdesin bir pandemi romanı… Bir senedir yayımlanmayı bekliyor. Şahsen bir süre olaysız geçsin diye seriyi üçte bitirmeyi planlıyorum ama yayıncım Nihal’e bir gün döneceğime de inanıyor. Bakalım…

Bu seri başlayalı 9 yıl olmuş. Dokuz yılda bir insanın sadece hayatı değil, hayata bakışı da değişebilir, değişmeli, aslında gelişmelidir. Ülke ve dünya tarihinin enteresan anlarını yaşıyoruz. Doğayı kontrol etmişçilik oynadık ve doğa oyundan çekilmeye hazırlanıyor. O her zaman geri döner, oyundan çekilişi esas insanlığın sonunu getirecektir. En azından bugünkü uygarlığın…

Bir Ceset Bir Söz’ü yazdığımda, yüzleşmenin her şeyi çözebileceğine dair, kötülüğü sıradanlaştırma riskini almak pahasına, kırık da olsa bir ümidim vardı. Oysa Yarın Evdesin’i yazdığım anlarda vicdan ve merhamet ihtimalinden başka umudum kalmamıştı. Neden? Mesela pandemiden umutluydum, bizi insani sağduyumuza döndürür diye… Olmadı. Ölüm karşısında bile rekabetten, hesapçılıktan ve kötülükten vazgeçemedi insanlık…

Yarın Evdesin’de çözümü bir antikahramanda aramam biraz da bundandır. Antikahraman derken kötücül olmayan bir karakterden söz ediyorum. Çünkü kötüden iyi ancak “kısmi” çerçevede çıkardı. Bence temel tercihtir, kırmızı-mavi hap seçimi gibi; iyiyi mi seçeceksiniz, kötüyü mü? İyiyi seçen hiç kötülük yapmaz mı veya tersi? Yaparlar… Ancak kritik anlarda, temelde iyiyi seçenin vicdanı çalışır. Kötüyü seçeninse çalışabilir ya da çalışmaz, daha çok da çalışmaz… İç tutarlılığını yitirmemek için…

İşte bu duygularla bir üçlemem oldu. Büyük heyecandı, yatıştım. Bu kitapla birlikte 4 şiir, 3 roman ve İngilizce olarak iki de inceleme kitabım oluyor, yani dokuzuncu kitabım çıkmış oluyor. Kendi adıma roman yazma serüvenimde bir epizotu kapatıyorum, yeni bir kapının kilidi açılıyor.

Serinin uzun zamandır bulunmayan Bir Ceset Bir Söz romanı da yeni kapağıyla tekrar yayımlanacağı için önce seriyi ve ana karakteri konuşmak istiyorum. Nihal Gürsoy, yerli polisiyemizde sık karşılaştığımız bir karakter değil, epey özgün. Öncelikle yetiştiği aile ve kültürden yaşadığı büyük aşk nedeniyle uzaklaşan, başka bir hayatın içine giren, büyük aşkı eşi öldürülünce hayatı tekrar alt üst olan bir kadın. Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar gibi diziler nedeniyle geçtiğimiz sezondan beri, muhafazakâr kadınların hikâyeleri de ana akımda yer bulmaya başladı, muhafazakâr ve seküler ailelerin hikâyeleri, çatışmaları çok izlenen dizilerde anlatılıyor. Nihal’in hikâyesi aslında bu açıdan da çok özgün bir hikâye. Nihal’i yaratırken seni en çok düşündüren, en yoğunlaştığın konular neler oldu?

Hakiki, cesur ve öldürücü bir aşk kurguladım. Ölmek derken fiziksel olanı kastetmiyorum. Nihal’i de Ahmet’i de eski paradigmalarından çıkaran, yollarını değiştiren ve en önemlisi de hesap bile sormaksızın bağışlamayı öğreten türden bir aşk… Böylesi bir aşk ya çok gençlikte ya da yaşlılıkta olur; ya çocukluğa ya da olgunluğa ilişkindir… Bakarsanız kurban durumundaki üçüncü kişiyi bile olgunlaştırmıştır.

Buradan, İslami ve laik olarak adlandırılıp kutuplaştırılan iki kesimin ilişkilerini konu eden popüler yapımlara baktığımda, iyi sorulara verilen klişe yanıtları görüyorum. Bu dizileri izlemek, bizim temel algılarımızı ya da pozisyonumuzu değiştirmiyor çünkü herkesin görmek istediği türden yanıtlar verilmiş. Yani sözgelimi Kızılcık Şerbeti’nin Ömer’i, Kıvılcım’la ancak kulvar değiştirerek birleşebiliyor, hiç olmazsa Tanrı izin vermiyor, oldukları gibi birleşmelerine… İslami kesimin erkeklerinin gözü seküler kesimin kadınlarında kalıyor, laik kesimin kadınları da kendilerinde Anadolu erkeği güvenliği sağlayan muhafazakâr erkeklere zaaf duyuyor. Ve muhafazakâr kadınlar daha entrikacı ve merhametsiz…

Esasen “asaletle geri çekilmek” diye geleneksel bir hamlemiz vardır bizim, ona kimse yanaşmıyor. Ya da hiç olmazsa İslami kesimin kadınları, “Allah verdi Allah aldı,” diyebilecek imana sahip olamıyorlar… Yani diziler böyle söylüyor ve biz bize benzeriz klişesi yineleniyor. Derinleşemiyor ve bu yüzden de yüzleşemiyoruz. Husumetler hoşgörü ve nedamet yoluyla dostluğa dönüşmüyor, bilakis neoliberal rekabet her gün yeniden üretiliyor. İnancın duygusal, ahlakınsa rasyonel boyutuna sadık kalmayı seçen olmuyor.

Bir Ceset Bir Söz’de aslında yüzleşmeden ziyade sahici, samimi bir karşılaşma kurmayı denedim. Hiç kimsenin tam olarak haklı ya da haksız olmadığı bir karşılaşma… Bu şekilde okur, sorumluluğunu üstlenmek ve perspektifleri görmek zorunda kalacaktı. Hatta polisiye malzeme bile aynı serinkanlılıkla kuruldu: Herkesin kendi Türkiye hayali var… Bu hayaller arasında uzlaşma sağlanması gerekiyor. Şiddetten ziyade uzlaşmaya gereksinimimiz var ve uzlaşma için herkesin bir diğerinin durduğu yeri anlaması, hatta buna nüfuz etmesi gerekiyor ki doğru tavizler karşılıklı olarak istenebilsin… Günün sonunda “biz bize benzeriz”e ben de katılıyorum. Gerçekten her iki kampın mensupları da aynı toplumsal karakteristikleri gösteriyor. “Biz bize benzeriz”i sadece kötülük değil, iyilik açısından da görmek gerektiğini düşünüyorum, öyle gördüm. Klişeleri de klişeyi aşmak için birer gösterge olarak araç edindim.

Nihal’e gelirsek aslında onu yukarıda anlattığım iyiyi tercih eden, zeki kadın olarak kurmuştum. Dizi klişesinden devam edelim, zeki kadın karakterlerinin hepsi olumsuzdur… Olumlu kadın karakter, nadiren maçı iyi okuyan, strateji kurabilen, anlatıların kaderini tayin edebilecek kadar kafalı biri oluyor, hem dizilerimizde hem de romanlarımızda… Başka sözcüklerle söyleyeyim bunu; kadının zeki olması onu olağan şüpheli kılıyor Türkçenin kurgularında… Bu durum bir yandan kadın zekâsına olumsuz atıflar yaratırken, öbür yandan da kötülüğü meşrulaştırıyor.

Bu dediğime itiraz eden yapımcılar çıkacak, zeki kadınlar tek tük dizilerde görülmeye başladı ana karakter olarak… Ama ne olarak? Hırsız, dolandırıcı, hatta katil. Ana karakter konumları onların suçlarını meşrulaştırdı, antikahraman değildiler. En önemlisi, “esas kız” olmayı yaptıkları aptallıklarla “hak etti”ler. Bünyelerine aykırı hatalar yaptılar. Bakın, denklik/eşitlik tipi bir konudan söz etmiyorum. Tek başına karakteri değerlendiriyorum. Ancak zeki kadınların en fazla iyi kalpli kriminal karakterler olmaları bugün de dizilerde sürdürülen bir gerçeklik.

Nihal’i kurgularken henüz bu iyi kalpli kriminal kadınlar bile yoktu. Onu iyi kalpli, saygılı olmaya çalışan, mantığının, sağduyusunun, kimi zaman süperegosunun altında ezilen bir kadın olarak düşündüm, hatta bu nedenle ebeveynini öğretmen yaptım. Babasının sevgisinden emin olduğundan Ahmet’in ona duyduğu aşka güvendi, yanılmadı da… Çok yönlü ama tanrıçalığa hevesi olmayan, zeki, sivri dilli olabilen, oyuncu bir kadın düşündüm. Özdenetimini sadece saçmalıklar karşısında ve saçmalığa zorlandığında yitiriyor. Meraklı. Kendine özgü, ilginç bir kadın olsun istedim.

Nihal’i konuşuyoruz ama Hakan’ı sormadan olmaz. Hakan polislikten ayrılıp özel dedektiflik bürosu açmıştı, hayatına devam ediyor. Üçlemenin her romanında Nihal ve Hakan, bir biçimde bir araya gelip olayı ya birlikte ya da birbirleriyle yarışarak çözüyorlar. Zamanla birbirini iyi tanıyan, anlayan ve mesafelerini koruyan iki karakter haline mi gelecekler?

Onların arasında ne olacağı hiç belli olmaz. Tuhaf bir dostluk onlarınki… Farklılar ve farkları hissediliyor. Nihal öyle öldürücü bir aşktan çıkıyor ki, ondan sonra hayatına biri giriyor mu, girmiyor mu bilmesek de birisinde dikiş tutturamayacağını hissediyoruz. Hakan zaten dikişsiz… Nihal nasıl genellikle bir istikrar insanıysa Hakan da kendini rüzgâra bırakmayı seven bir adam. Dedektiflik bürosunu sürdürebilmesi de ondan… Hayattan bir beklenti mi? Hakan’da o yok… Hayatın bütünü üzerinde düşünmek mi? Pek nadir! Polisken, özellikle Gezi eylemlerinin sonucunda ülkenin durumunu sorgulamak zorunda kalmıştı. Ondan sonra yani boşandıktan, emekli olduktan sonra onu da düşünmedi… Nerede yaşıyor? Gündelik rutini, birkaç ahbabı ona yetiyor.

Entelektüel polis kuramadım. Yakın zamanda bindiğim bir taksinin şoförü özel harekâttan emekli çıktı. Açık öğretimde ekonomi de bitirmişti ya da bir şekilde ekonomist olmuş ve oldukça bilgiliydi, çok şaşırdım. Ancak bu denli bilgili olması onu bir entelektüel yapar mı? Hayır. Çünkü entelektüel olmak, literal olarak bilgi üretmek ya da üretecek donanımda olmak polisliğin bünyesine aykırı gibi geliyor bana…
Çok fazla bilen ve çok derin düşünen birinin itaatkâr olması zordur ve askerlik, polislik tipi meslekler itaatin esas olduğu branşlardır.

Bu bağlamda Hakan, kurabileceğim en olağan karakterdi; evet, bir polis koleji diploması var, genel kültür düzeyi yüksek, üniversite mezunu ve belli bir kültürel kapasiteye sahip kadınları kendine âşık edebilecek kadar bilgisi ve sözcüğü var. Ama o kadar… Onun hayranlık uyandıran yanları entelektüel birikimi değil, iletişim becerisi, bu niteliği sayesinde bilgiye erişme becerisi, stratejistliği ve barışçıl, uyumlu mizacı…Hakan, hepimizin arkadaş olmayı isteyeceği türden biri… Ve tabii ayrıca çok iyi bir dinleyici, analiz kapasitesi de son derece yüksek… Çok zeki aslında, bir o kadar da mütevazı. Yani onun kafasının iyi çalıştığını ancak uzun süre izlerseniz fark edebiliyorsunuz… Bence çok özel biri Hakan…

gülce başer

Yarın Evdesin, serinin üçüncü romanı. Epey hareketli ve yine meselesi olan bir roman. Üstelik belki de hatırlamakta zorlandığımız ama çok yakınımızda olan pandemi sürecinde geçen bir roman. Biraz yazım sürecini, nelerden beslendiğini, nasıl ilerlediğini ve tamamladığını anlatmanı isterim.

Çok zorlandım. Ama pandemiyi yazmayı da çok istiyordum. Pandemi, polisiyenin temel öğeleri düşünüldüğünde, teknik açısından polisiye bir öykü kurgulamayı zorlaştıran bir dönem oldu. Evet, cinayetler oldu, hırsızlıklar oldu. Ancak gerçek başka, bunun edebiyatını yapmak bambaşka: Sonuçta araba bile takip edemezsiniz çünkü trafik yok! Gerçek yaşamda meydana gelen olaylar bir iki hamlede çözülür ve daha çok teknik takibe elverişlidir; bu da bilgisayar başında tek kişi tarafından yürütülür… Hırsızlık yapamazsınız, ne bileyim, kaçakçılık yapamazsınız!

Bir de üstüne hastalık korkusunun puslu atmosferi bindiğinde, “Ben bu romanı nasıl toplayacağım?” diye epey düşündüm. Hikâyeyi İzmir’e taşıdım çünkü bu şehir kurallara ucundan uydu; sonuçta hava ısınıp güneş parlayınca herkes sokaklara çıktı. 2022’de sanıyorum başladım, 2023 Ağustos’ta son noktayı koydum.

Pandemiyle eve kapandığımda haberleri daha sıkı takip edebilme fırsatı buldum. Gerçi tamamen eve kapandığım çok kısa bir dönem oldu çünkü belediyede çalışıyordum o dönem, dolayısıyla eve en son kapanan ve evden ilk çıkan biz olduk. O en korkulu zamanlarda bile haftada bir olsun işe gittim, gittik… Özel dostluklar kuruldu, bence güzel yanları olan bir dönemdi, paylaşabilenler korkuyu paylaştılar. Ve evet, pandemide bütünüyle eve kapanmamanın sağladığı malzeme roman sırasında çok işime yaradı. Belki korkudan kaçınmak için pandemi dönemi boyunca her an, “Bugünleri nasıl anlatırım?” diye düşünüp plan yaptım.

Zor olan pandemide polisiye kurmaktı. Düğümü nasıl atacağıma karar verdikten sonra birden hızlandım ve gerisini çok rahat yazdım çünkü zihnen çok hazırlıklıydım. Okuru bezdirmeden bu hikâyeyi yazmanın yolunu bulmak biraz zamanımı aldı.

Kitabı ilk bitirdiğimde malum Kahramanmaraş depremi oldu. Sonrasında seçim vardı. O kadar ertelenince, “Bir daha okuyayım,” dedim, okuma biraz uzun sürdü, yayınevimin programını aksattım. Öyle böyle bugüne geldik. Yarın Evdesin’e çok emek verdim.

Yarın Evdesin’de Nihal’i bile dolandırmayı başaran yani çok zeki, sanattan anlayan bir dolandırıcı giriyor hayatımıza. Genelde bu karakterler biraz karton şeklinde yazılır bizde ama senin romanında öyle değil, gerçekçi yazılmış, detaylı öyküsü de roman ilerledikçe okurla paylaşılan bir karakter. Biraz bu karakteri de anlatmanı isterim.

Soruyu şöyle bekliyordum: Bir dâhi koyarsınız ve o süper kahramanla her şeyi çözersiniz. Bu kolaycılık değil mi? Olmaması için elimden geleni yaptım. Aslında romanda aptal karakter yok. Hiç olmadı. Ne var ki, onlara kök söktürecek bir NT de iyi oldu bence, ayaklarını yere bastırdı.

NT’yi çok sevdim. Üstün zekâlı çocukları saptamada bazı ölçütler kullanılır. Bunlardan biri de çok erken yaşta özgün bir değer sistemini kurmalarıdır. NT o değer sistemine sadık kalan bir dolandırıcı. Söylediğim üzere, diğer romanlarımla Yarın Evdesin’in aynı seride olması (ki ben hâlâ üçleme diyorum) bir rastlantı değil. Her birinde içinde yaşadığımız yapıya mikro siyaset üzerinden sert olmasına özen gösterdiğim sorular yöneltiyorum. Bu kez de NT’yi bir antikahraman olarak yöneltiyorum.

Fazla liberal olduk, hatta onun da yozlaşmasına tanık oluyoruz. Piyasa rekabetine güvendiğimiz günler geride kaldı. Artık piyasa oyuncularının elinden asgari zararla kurtulmaya çalışıyoruz. Saygın bir e-ticaret sitesinden getirttiğiniz ürün sahte çıkabiliyor. Diğer kullanıcılar çığlık çığlığa yorumlar yapıyor, “Bu kahve sahte,” diye… Site o satıcıdan vazgeçmiyor. Satıyor, komisyonunu veriyor ve site kurumsal saygınlığını önemsemiyor. Çağrı merkezleri, AI’larının arkasına gizlenmiş, bilgiye ulaşmanız, çok azimliyseniz saatler alabiliyor ve bir kredi kartını iptal ettirmek bile neredeyse imkânsız hale gelmiş. Yalanlar, dolanlar, sahte vaatler havada uçuşuyor. Batı, çöplerini satarak iklim krizini başından savabileceğine inanmak istiyor.

Her an her yerde izleniyorsunuz, dahası, izlenmekten kaçınırsanız sistemin dışında kalıyorsunuz. En kötüsü de herkes aslolanın dayanışma değil rekabet olduğu görüşünü benimsemiş. Sistemi eleştirseniz taraftar bulamayacaksınız. Hadi bir adım daha ileri gidelim: Şirketler pozitif psikoloji desteği vermeye başlamış personeline… Yani mutsuzluk bile yasaklandı yasaklanacak! Bu sistemle nasıl mücadele edilebilir sorusuna verilen çaresizlik yanıtı NT’ydi.

Kara polisiye yazıyorsun, üç romanında da hem Türkiye’nin hem de içinden geçtiğimiz çağın meselelerinden bazılarını gündemine alıyorsun. Yarın Evdesin, bir dolandırıcılık hikâyesiyle açılıyor ancak konu çok daha karmaşık ve büyük meselelere doğru ilerliyor. Çok da spoiler vermeyelim ama biraz bu temaları seçme nedenini anlatırsan sevinirim.

Evet. Dolandırıcılık meselesini faş edebiliriz. Pandemide ve İzmir’de geçtiğini söylediğime göre… Pandemide işlenebilecek en karmaşık ve en etkili suç bence dolandırıcılıktı çünkü. Zaten muhtelif örneklerini de işittik, hatırlarsınız.

Türkiye’yi anlatmak evet, siyaset yapmak evet. Demokrasi umudu olan bir dünyada yaşıyor ve hiç olmazsa oy kullanıyoruz. Hayatımıza sahip çıkmak zorundayız, bana göre… Esasen bir sosyal bilimci olarak size şunun garantisini verebilirim: Meşruiyet zemini olmaksızın hiçbir iktidar kendini sürdüremez. Mutlakiyetlerde bile böyle olduğunu Osmanlı tarihinde görebiliyoruz. Biz bir de oy verebildiğimiz rejimlerdeyiz, dünyanın kahir ekseriyeti olarak. İşte tam o noktada beni asıl mikro politikalar ve siyasetin bireyler üzerinde yarattığı etki ilgilendiriyor. Yani başkan şunu demiş, bakan şunu yapmış, bununla ilgilenmiyorum. O yapılanların sıradan bizlerin üzerinde yarattığı etkiler önemli. Çünkü iktidarların sürdürülebilirliğine asıl biz karar veriyoruz.

Öğretmeye değil anlamaya çalışan biriyim. Hayalimdeki dünyaya ulaşılması için anlama isteğinin yayılması gerektiğini düşünüyorum, o yüzden okurumu da anlamaya davet ediyor, hatta becerebildiğim ölçüde itiraz edip açıklamaya kışkırtmaya çalışıyorum. Yaşadığımız çevre de bizi biçimlendirdiğine göre, mikro siyasetle uğraşmam da bu bağlamda son derece anlaşılır bir tercih.

Bir olay bir tarihte falanca yerde filanca şekilde vukû buluyorsa o koşulları ve o koşullar altında konuya müdahil olanların tavırları da olay üzerinde etki yaratacaktır. Örneğin Nihal taksi şoförüyle tartışacaktır, değil mi? Adaletsizlikler adaletsizlikleri meşrulaştıracak, öfke öfkeyi, şiddet şiddeti çağıracaktır. Ve insanlar yollarını arayacaklardır. Makro siyaset ona tabi vatandaşların tercihlerini etkileyecektir; örneğin yurtdışına taşınma kararı vermelerine yol açacak yahut ekonomik kriz, suç oranlarını artıracaktır. Beni kriz yaratan siyasetçilerin durumu değil, ona maruz kalan sıradan insanların hayatları ilgilendiriyor.

Nihal Gürsoy serisiyle ilgili okurlardan, eleştirmenlerden nasıl tepkiler aldın ve Yarın Evdesin’in hangi açılardan farklı tepkiler alacağını düşünüyorsun?

Herkes başka bir şey söylüyor… Çok seven var, beni lafazan bulan var, çok zekice bulan var… Nihal’i soğuk bulan var… Aksine sıcak ve sevecen bulan var. Dördüncü bölümü geçemeyen var. Kitabı elinden bırakamayıp uykusuz kalan var. Nihal’i özgün bulan var. Şiirlerimi okuyanlar romanımı, romanlarımı okuyanlar şiirlerimi merak etmiyor. İnsanın yazdığı kendisine benziyor herhalde, sevenleri ve sevmeyenleri var.

Yalnız lafazan eleştirisine bir şerh koyacağım. Evet, böyle düşünebilirler, onları anlıyorum. Ancak ben polisiye pornografisi yazmıyorum. Yani kan üzerine kurulu bir polisiye yazmıyorum ve bence suç da hayatın içinde işleniyor. Bir derinlik katarak yazmakta ısrarcı olacağım. O tarihi ince dengeyi kaçırıp biraz kendimi lafa kaptırdığımı düşünüyorsanız; her şeyin kusuru vardır. Bir kitabı sevmek bir yerde bir insanı sevmeye benzer.

Yarın Evdesin’e gelirsek… Bu kitabın kurban okuru -yani yakınlarım da olan ilk okurlarımdan biri- Nihal’le Hakan’ın kraliyet tahtını yeni karaktere devrettiklerini söyledi. Yarın Evdesin, söylediğim gibi biraz kendimce yazmaya çalıştığım bir kitap. Diğerleri değil mi? Kuşkusuz, hepsini ben yazdım ama üçüncü romanlar yazanlarının biraz da “Bunu ben ne şekilde kurar, nasıl yazardım?” dediği işler oluyor. Kafanızda onlarca romanlaştırma modeli, siz neresinden tutacaksınız, neyi öne çekip neyi gölgede bırakacaksınız kararlarıyla baş başa kalıyorsunuz.

O yüzden bu romanın ne tepki alacağını hiç bilmiyorum desem yalan olmaz… Ama oldukça yerli buluyorum. Yine de hep yinelediğim Türkçe roman var mı, varsa yazdıklarım neresine düşüyor, sorularını sorabileceğim metinlere yaklaştığımı düşünüyorum. Bir hikâyenin ortasına distopya atarak özgünlüğü başardığımı ileri sürmüyorum ama distopyayı doğru ana attığımı düşünüyorum, çünkü öyle yaşadık.

Serinin ilk iki romanı, storytel’de yayınlandı ve polisiye türünde en çok dinlenen sesli kitaplar arasına girdi. Dinleyiciler, kitaplarla ilgili yorumlar da yazıyorlar. Bir yazar olarak, yazdıklarının seslendirilmesi, çok dinlenmesi neler hissettirdi sana?

Oldukça şaşırtıcı oldu. Bir gün yayıncımdan telefon geldi ve “Storytel’de bir numara olmuşsun, tebrikler!” deyiverdi… İlk birkaç gün kulağımın üstüne yattım. Sonunda açıp baktım. Yorumları okudum. Düşündüm. Dahası, okumaktan ziyade dinlemeye mi alıştık, diye düşündüm. Çünkü evet, artık herkesin kulakları kulaklıkla dünyaya kapanmış durumda… Yol soramıyorsunuz, “Şuraya geçebilir miyim?” diye izin isteyemiyorsunuz. İşte o kulaklar Nihal’i dinliyordu. Şimdi Nihal’in son macerasını yazılı olarak okura bırakıyoruz. Bakalım, dinlenir olmasını mı bekleyecekler, yoksa dayanamayıp okuyacaklar mı? Zamanımızın yüzde kırkını yiyen trafikler, uzun yürüyüşler ve dünyadan kaçma isteği, yoksa okumaya ayrılabilecek zamana el mi koyacak?

Sen ülkemizin önemli şairlerinden birisin, akademisyensin, önemli tezlere ve makalelere imza attın. Peki, polisiyeye ilgin nasıl başladı? İlk romanı yazmaya nasıl karar verdin?

Teşekkür ederim. Kendimi en son önemli görüyor olabilirim. Önemliyim, kendim için, yaşça elliyi geçtiğim için… Hayat kısa olduğu için… Bence asıl yazmayı seven biriyim.

Roman fikri herhalde 2000’lerin başında aklıma düştü. Diyebilirim ki o roman için yüksek lisans ve doktora yaptım, derinleştim, tartışmaları netleştirdim. Ancak kırk sayfadayım çünkü onu yazacak zamanı yaratamadım kendime.. Belki bundan böyle…

Bir Ceset Bir Söz’ün hikâyesiyse herkese itiraz ettiğim, doktora tezimi yazamaz hale geldiğim bir zaman diliminde ortaya çıktı. Az daha doktorayı bırakıyordum. Tezim 1980’ler üstünedir. İngilizcesi kitap oldu, Türkçesini henüz yapamadım. 1980’ler, şiir ve siyaset… Siyaset biraz erkekliğin kulvarı ülkemizde… Olsun… Ama Hilmi Yavuz’dan Murat Belge’ye hemen herkese itiraz edince eliniz kilitleniyor.

O arada tabii aile birliğimizi korumak adına, kedimizin denetiminde her gece dizi izliyoruz. Annem seviyor da ben biraz zorla… Kedim Efe, akşamları hep birlikte birkaç saat geçirmemizi istiyordu. Ben de dizilere bakıp bakıp, “Niye iyi kızlar aptal olmak zorunda?” diye homurdanıyorum. O ara işte Bir Ceset Bir Söz’ün hikâyesi geldi aklıma ve yazmaya başladım. Bir sayfa tez, bir sayfa roman yazarak iki ay geçirdikten sonra tez açıldı, ikisini birlikte devam etmeyi sürdürerek toplam sekiz ayda romanı bitirdim.

gülce başer

Seri dışında bir başka roman daha yazdığını biliyorum, bu romandan ve romanla ilgili planlamandan da kısaca bahseder misin?

Evet, iki yarım roman… Biri yarım kalan, bir de tefrika roman var. Biraz yazmaya uygunsuz bir tempoda yaşıyorum. Ama hayatımı düzene koymak üzereyim. Bir iş değiştirme durumum oldu ve hafta sonları da kafamı orada iş geliştirme fikrinden alamadım. Şimdi düzenim oturuyor. Hafta sonlarımı daha kendime odaklı organize ederek yazmaya alan açacağım. Daha yazacak çok şey var… Mesela bir İzmir romanı yazma niyetindeyim. Şimdi orada yaşıyorum ya, gördüklerimi kafamda kaydediyorum. Arkadaşlara da söylüyorum, bunları yazacağım diye…

İtiraf etmem gerekirse elimdeki iki romandan sonra bir üçleme daha yazmak istiyorum. Bu kez daha iyi yoğunlaştığım, yazarken daha az titrediğim ve kendimi metne daha özgürce bıraktığım bir şeyler yazmak istiyorum. Yaşadığım müddetçe yazabilmek en büyük dileğim. Sadece yazabildiğim anlarda kendimi bütün hissediyorum.

*Röportaj, 221B derginin 40. sayısında yayımlanmıştır.


Yoldaş Özdemir

1981 doğumlu. Çocukluğunu İstanbul’da geçirdi. Erciyes Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden mezun olup İstanbul’a döndü. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra eğitim yayıncılığına adım attı. Erken yaşta okumayı öğrenip sevmesinden olsa gerek öğretmenlikten vazgeçip yayın dünyasında kalmaya karar verdi. Kalkedon, Kassandra Yayınları ve Esen Kitap’ta editörlük yaptı. 2015’ten itibaren Mylos Yayın Grubu bünyesindeki dergi ve kitapların editörlüğünü üstleniyor. Polisiye okumaktan ve izlemekten bıkmamakla birlikte bilim kitapları yayımlama hayali kuruyor.

Petros Markaris
Önceki Hikaye

Petros Markaris: "Bugün polisiye, toplumcu ve özellikle Akdeniz'de politik bir romandır"

sorgu
Sonraki Hikaye

TOD'dan Yeni Dizi: Sorgu

En Son Yazılar