Casusluk romanlarının önemli ismi John Le Carre hakkında, yerli polisiyenin usta ismi Ahmet Ümit‘in kaleme aldığı bu yazı, ilk olarak 221B Dergi’nin 4.sayısında yayımlanmıştır.
Yazarın üslubunu belirleyen şey, onun kişisel tarihidir, derler. Her yazar için geçerli olmasa da, John Le Carre’nin yaşamına baktığımızda bu önermenin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Otuz yaşındayken kaleme aldığı Soğuktan Gelen Casus, yazarın yaşadığı evrenden derlediği bir hikâyedir. Son derece yalın bir dil ve karmaşık bir kurgunun oluşturduğu karşıtlık, belki de romanın ana dinamizmini oluşturmaktadır. Ama bence romanın en çarpıcı yanı, uluslararası boyutta ihanetlerden örülmüş bir entrika anlatmasına rağmen, neredeyse her cümlesine sinen içtenliktir. Roman alacakaranlıkta, adeta gri bir atmosferde geçmesine rağmen bu içtenlik okurun yüreğinde belli belirsiz de olsa bir umudun kıpırdanmasına yol açar.
Soğuktan Gelen Casus’un alacakaranlık atmosferinin Soğuk Savaş’ı simgelediği doğrudur. Hatta Doğu Berlin’den çok Moskova’nın güneşsiz gökyüzüne gönderme yaptığı da söylenebilir. Ama bu alacakaranlığın ya da soğuk griliğin nedeni aslında romanın eksenindeki konudur: Yani casusluk… İnsanların çoğu Soğuktan Gelen Casus’u, iklim koşullarını düşünerek Rusya’dan gelen casus olarak kabul eder. Oysa söz konusu edilen soğukluk, mesleki bir niteliktir. Casusluk ya da gizli servis elemanı olmak soğuk olmayı gerektirir. Soğuk olmak, yalnızca korkunun, heyecanın zekânızı etkilememesini sağlamak, zihninizi her zaman en sağlıklı biçimde karar vermeye açık tutmak anlamına gelmez. Soğuk olmak, vicdansız olmayı, empati duygusunu yitirmiş olmayı, hiçbir ahlaki yasaya bağlı olmamayı da içerir… Soğuktan Gelen Casus romanına kaynaklık yapan kişi olduğu söylenen Doğu Alman İstihbarat Örgütü Stasi’nin şefi Markus Wolf casusların çalışma tarzlarını şu sözlerle açıklıyor: “Gizli servislerin elemanları, yaptıkları işin riskli olduğunu, her an ölümle burun buruna gelebileceklerini bilirler. İstihbaratçı kimi zaman amaca giden yolların meşru olup olmaması gerektiğini düşünebilir. Ama böyle bir zorunluluk yoktur. Meşruluk gizli servisleri bağlamaz. Klasik ahlak ölçüleriyle casusluk dünyasını analiz edemezsiniz. Eğer bir istihbaratçı, “Bu olan bitenler hiç de ahlaki değil,” diye düşünüyorsa, yanlış bir mevkide bulunuyor demektir. Casusluk yöntemleri ile ahlakın hiçbir ilgisi yoktur.”
“İttihatçıların Cinayetle İmtihanı”
Ahmet Ümit Röportajı İçin Tıklayın
İstihbaratçı için önemli olan başarmaktır; ulus adına, devlet adına, teşkilatı adına ve işler kötüye gittiğinde kendini kurtarmak adına. Bu bir tür oyundur aslında, zaman zaman Mata Hari gibi kadınlar yer alsa da çoğunlukla erkeklerin oynadığı bir oyun… Son derece karmaşık, her an değişebilen, tehlikeli ve kesinlikle gizli… İstihbaratçıyı o gri renkli, soğuk alanda kalmak zorunda bırakan da işte bu gizliliktir. İstihbaratçı göz önünde olamaz. Gürültünün patırtının koptuğu, silahların patladığı, skandalların açıklandığı dönem, aysbergin görünen kısmıdır. Operasyona kadar yapılan çalışmalar, son derece inatçı, kararlı, genellikle çok uzun bir sürece yayılmış, bazen anlamsız ama kesinlikle sessiz bir çalışmayı gerektirir. Bunu yapabilmek için ilgi çekmemek gerekir. İlgi çekmek, kuşku uyandırmak istihbaratçının açığa çıkması demektir. Açığa çıkmak, görevi başarısız kılacağı gibi, casusun öldürülmesine ya da uzun yıllar hapiste yatmasına neden olabilir. Yani istihbaratçı renksiz, sessiz, şekilsiz olmayı başarmalıdır. Bu yüzden James Bond gibi casus tipleri kocaman birer palavradan başka bir şey değildir. Gerçek istihbaratçılar sessiz yaşar, sessiz ölür, sessizce gömülürler. Ama John Le Carre gibi yazar olmaya karar vepisoded_221bler hariç…
[btnsx id=”944″]
Taraf olmak: İnsanoğlunun en önemli sorunsallarından biri. Shakespeare’in “olmak ya da olmamak”ını, “taraf olmak ya da taraf olmamak” diye değiştirmek mümkün. Özellikle politikada bu kaçınılmaz, üstelik bir de devletin uluslararası birimlerinde görev alıyorsanız, kesinlikle taraf olmak zorundasınız. Ya da başka bir İngiliz yazar Malcolm Lowry’nin Yanardağın Altında adlı muhteşem romanındaki konsolos gibi alkolik olmak seçeneği sizi bekler. Çünkü insanoğlunun bencilliğini, çirkefliğini en açık biçimde göstepisoded_221b uluslararası politikaya (yani savaşa, sömürüye, soykırıma, açlığa vb.) katlanmanın başka yolu yoktur; tabii mesleği bırakmanın dışında. John Le Carre de işte bu son seçeneğin kapısını çalan az sayıdaki istihbaratçıdan biri olur. Yazarımız beş yıl çalıştığı İngiliz gizli istihbarat örgütündeki görevinden ayrılarak kendini tümüyle romanlarına adar. Bir anlamda casusken terk etmeye zorlandığı ahlakına ve vicdanına geri döner. Mefistofeles’ten ruhunu geri almaya çalışan Faust’unkine benzer bir çaba… Faust’un serüveni kötü bitse de Le Carre’ninki mutlu sona erer, casusluk faaliyeti paradoksal bir biçimde sanata yardımcı olur. David John Moore Cornwell adındaki genç bir adamın büyük bir inanç ve istekle başlayan istihbaratçılık serüveni, karşılaştığı düş kırıklıkları, yenilgiler, yanılgılar, ihanetler sonucu John Le Carre adında büyük bir yazarın oluşmasına yol açar.
John Le Carre’nin romanlarında başta İngiltere olmak üzere devletlerin insanlara karşı işlediği uluslararası suçları konu edinmiş, nazik diplomatların nasıl eli kanlı birer cani olduklarını, Batı uygarlığını oluşturan dev şirketlerin kâr için nasıl gerçek birer yamyama dönüştüklerini, o muhteşem Batı demokrasisinin başka ülkelerin kaynaklarına el koymak söz konusu olduğunda nasıl ikiyüzlü olabildiklerini gerçek olaylardan esinlenen öykülerle gözler önüne sermiştir. Romanlarındaki bu muhalif duruşu, politik tavrıyla da sürdüren büyük yazar, hem ABD’nin dış politikalarındaki yayılmacı, bencil, acımasız uygulamaları cesurca eleştirmiş, hem de bu haksız savaşa katılan İngiliz hükümetinin kirli hesaplarının açığa çıkmasına yardımcı olmuştur. The Times gazetesinde yayımlanan bir yazısında, Amerika’nın tarihsel delilik dönemlerinden birine girdiğini belirterek, içinde bulunduğumuz dönemi, cadı avlarının yaşandığı McCarthizm yıllarından daha kötü, yaşanan krizi de Domuzlar Körfezi krizinden daha beter bir dönem diye nitelemiştir.
[btnsx id=”939″]
John Le Carre, yaşayan yazarlar arasında yapıtları en çok sinemaya uyarlanan yaratıcılardan biridir. BBC kimi öykülerini televizyon dizileri haline getirmiştir. Özellikle entelektüeller arasında yaygın bir okur kitlesine sahip olmasına rağmen, kimileri Le Carre’nin Soğuk Savaş döneminin yazarı olduğunu ileri sürerek, en iyi yapıtlarının o dönemi anlatan romanlar olduğunu söylerler. Tezlerini güçlendirecek haklı nedenleri de vardır. İki kutuplu dünyada casusların savaşı çok daha zekice, çok daha acımasız ve karmaşıktır. Ama unuttukları bir şey var ki, o da casusluğun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra icat edilmediğidir. MÖ 1200’lü yılların sonunda yapıldığı sanılan Kadeş Savaşı’nda bile casusların önemli bir rol oynadığını tarihi yazıtlardan anlıyoruz. Bir yazarı büyük yapan neyi yazdığı değil, nasıl yazdığıdır. Konu, tema, izlek, adına ne dersek diyelim, anlattığımız olay, bütünün çarpıcı olması yazarlara olanaklar sunduğu gibi, büyük güçlükler de çıkarabilir. Olayın etkileyiciliği, yaratıcılığı, sözgelimi kurguyu, dili, karakterlerin derinliğini gölgede bırakabilir. Ustalık, en basit konu bile olsa, onu en iyi biçimde anlatmaktır. Kuşkusuz John Le Carre’nin konuları hiçbir zaman sıradan olaylardan oluşmadı ama o en tehlikeli, en karmaşık olayların arasında bile insanın temel durumlarını en ince ayrıntılarına kadar, yalın biçimde bize sunmayı başardı. Üstelik Soğuk Savaş dönemi sonrasında da ardı ardına başarılı yapıtlar vermeyi sürdürdü. Bugün seksen beş yaşında olmasına rağmen, genç bir yazarın bitmek bilmez hevesiyle yazmayı sürdüren John Le Carre’nin, benim gibi sadık okurlarına yaşatacağı hâlâ muhteşem sürprizler olduğuna inanıyorum. İşte bu yüzden, bu İngiliz ustanın her yapıtını hâlâ merakla bekliyorum…