Ece Yassıtepe Ayyıldız’ın 221B’nin 35. sayısında “Bu Gece Bir Cinayeti Örteceğiz” adlı tiyatro oyununu incelediği yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.
“Bu Gece Bir Cinayeti Örteceğiz”… Oyunun ismi kafamı kurcalıyor oyunu izlemeden… Aklımda tek bir soru var oyuna girmeden önce: Hangi cinayeti örteceğiz biz bu gece? Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz çocuk kaçırılma ve tecavüz cinayeti mi bu, yoksa intihar süsü verilen mi? Bilemiyorum, basit düşünemiyorum… Salona giriyoruz, sahne o kadar karanlık ki kafamın içi gibi, hiçbir dekoru göremiyoruz, hiçbir ipucu yok, neler olacağına dair… Oyunu merakla bekliyoruz. Acaba oyun soru-cevap şeklinde mi ilerleyecek, forum tiyatro gibi mi olacak? bütün bu sorular kafamın içinde dönüp duruyor.
Oyun başlıyor. Kapkaranlık bir sahne… Karanlığın içine hapsolduğumuz, her gün kayıp çocuk haberleri duyduğumuz ve hatta çoğunun ölümünü üzülerek (!) işittiğimiz zamanlar yaşıyoruz belki de… Ama düşünüyor muyuz acaba ailelerini? Oyun boyunca, cinayeti görüp de susan komşularımızın, akrabalarımızın, arkadaşlarımızın, belki de kendimizin suskunluğuna tanıklık ediyoruz adeta. Oyun bize sürekli sorular sorarak sanki bir sorgu odası izlenimi yaratıyor, kullanılan el fenerleri de bu sorgudaymışız hissini kuvvetlendiriyor. Sadece el fenerleri ve onların aydınlattığı yüzler belli belirsiz görünüyor. Belki kendimizi sorguluyoruz, niye sessiz kalmayı tercih ettiğimizi? Belki etrafımızdakileri sorguluyoruz, belki bizi sorguluyorlar… Bir çocuğun ölümüne, anne-babası dışında herkesin sessiz kaldığı bir yerdeyiz, zaman durmuş gibi, sahi biz neden sessiz kalmayı tercih ettik hep….? “Aman bize bir şey olmasın, aman susalım” derken daha çok bataklığın içine düştüğümüzü, kendimizi, çocuklarımızı, ailemizi kimden nasıl koruyacağımızı bilemeden, bilmek istemeksizin hayatımızın akışının bozulmasından korkarak yaşamaktayız belki de…
Kaybettikten sonra peki? İşte adalet arayışı mücadelemiz burada başlıyor, tıpkı oyundaki anne-baba gibi… Bizim başımıza gelince adalet arıyoruz, adalete sığınmak istiyoruz. Peki ya komşumuz için neden aramadık bu adaleti, neden suçluların bulunmasını istemedik? Bunun için neden en ufak bir yardımda bulunmadık, çaba göstermedik? Ya da bizim başımıza geldiğinde, biz sahnedeki anne-baba olduğumuzda adalet yerini bulabiliyor mu? Polis suçluları arıyor mu veya buluyorsa cezalandırıyor mu? İşte oyun bu soruların eşliğinde, çoğu zaman kendimizi sorgulayarak ilerlerken acılarımızı yaşarken hep yalnız olduğumuzu ve olacağımızı hatırlatıyor bize. Ateş düştüğü yeri yakıyor…
Murat Ferhat’ın yazdığı “Bu Gece Bir Cinayeti Örteceğiz” adlı oyun, tam da bunun üzerine kurulu. Oyunun rejisini Ezgi Coşkun ve Mehmet Ali Nuroğlu üstleniyor. Ankara’nın çiçeği burnunda sahnesi Çankaya Sahne’de yer alan bu oyun Ajit Tiyatro bünyesinde gerçekleşiyor: Anne ve baba rollerinde Ezgi Coşkun ve Mehmet Ali Nuroğlu olmak üzere, katil ve polis rolünü aynı anda yürüten Mahir Berkant Varol ve diğer katiller Sertel Cem Çırdaklı, Bülent Bektaş ile Deniz Yıldırım ve çocuk kuklaları yöneten Ayşe Çiğdem Atasoyu, İpek Sonsoy, Duygu Aslan, Demirel Işık diğer oyuncular arasında. Oyunun müziklerini ise Azevzir yapmış, oyunu hareketli tutan, adım adım gerilimi artıran ve heyecanı zirvede tutan müzikleri.
Oyun beş kişiyle başlıyor, bunlardan biri çocuk. Çocuk rolünü büyük bir kukla üstleniyor; kuklayı yönetenler hem seslendirmesinde hem de hareketinde rol alıyorlar. Çocuk kuklayı seslendiren bize gerçekten bir çocuğun sesini veriyor. Sahnede çocuğun kuklayla temsil edilmesi çok güzel ve çok başarılı bir fikir, yetişkin bir oyuncunun çocuk rolünde olması bazen aynı empatiyi kurmamızı engelleyebiliyor; ancak kuklayla birlikte çocuk figürü çok daha belirgin… Çocuk kukla, kırmızı kazağı ve pantolonuyla gerçek bir insan görünümünü almış. Bir yandan kukla, bir yandan el fenerleri, bir yandan politik tiyatroda karşımıza çıkan ekran… Hepsi içinde bulunduğumuz duruma yabancılaşıp kendimizi sorgulatıyor adeta… Bir yandan Aristoteles’in dramatik tiyatro anlayışı karşımıza çıkarken bir yandan Brechtyen karşımıza çıkıyor; hem epik hem dramatik tiyatroyu bir arada yaşıyoruz. Bunun sebebi de annenin dramatik oyunculuğunun bizi katharsise yani arınmaya yöneltmesi, belki hepimizi temsil etmesi, belki hepimizin başına geldiğinde vereceğimiz tepkilerin aşağı yukarı aynı olması… Oyunun en başından beri anne üzerindeki siyah elbisesiyle “yas”ı temsil ediyor adeta. Dramatik anlar yaşıyoruz, kendimizi o aileyle özdeşleştiriyoruz ama sahnede kullanılan bahsettiğimiz epik araçlar kendimizi sorgulamamıza, içinde bulunduğumuz gerçekliğe yabancılaşmamıza ve özeleştiri yapmamıza yardımcı oluyor.
Oyunun hikâyesi şöyle karşımıza çıkıyor: Okuldan evine dönmek üzere olan bir çocuk… Yoldan hızla gelen bir araba yüzünden hayata veda etmek zorunda kalıyor, sadece o değil, oğullarının ölüm haberini alan anne ve baba için de her şeyin bittiği dönüm noktası oluyor adeta. Aralıksız 4 ay boyunca oğullarını arıyor anne ve baba… Polise gidiyor; polis, masumların(!) yanında olduklarını ve elbette çocuklarının bulunacağını söylüyor. Ancak hikâyeden de anladığımız üzere polis, kayıp çocuğun bulunmasıyla ilgili en ufak bir yardımda bulunmuyor. Sonuçta umudunu yitiren bir baba, umudunu kaybetmemek isteyen bir anne var karşımızda. Sihirbaz olup görünmez olmak isteyen çocuklarının ölümü belki de çocuklarının tatsız bir oyunu olabilirdi anne-babaya göre ama ona araba çarpıyor ve gerçekten görünmez oluyor. Yok oluyor, bir daha geri gelmemek üzere… Anne-baba her yere, herkese soruyor, kimse çocuğu görmediğini söylüyor ya da görüp de susmayı tercih ediyorlar. Belki hepimiz gibi. Kendimizi korumak bahanesiyle. Oyunun başında, “Biz bu gece bir cinayeti örteceğiz,” diyor katiller. Ve öyle de oluyor aslında. Biz bu cinayeti örtüyoruz.
Anne-babanın bu işin peşini bırakmazlarsa, daha fazla merak ederlerse onları da öldüreceğini söylüyor katiller… Onlara hiç kimse dur diyemiyor, paranın satın aldığı, kimisinin terfi etmek istediği, kimisinin istediği tatile çıkamadığı, kimisinin çocuğunu okutmak için kullandığı bir araca dönüşüyor para. Yıllardır gerçekleştiremedikleri hayallerini sus payıyla gerçekleştiren bir araç oluyor… Kimisi de sadece korktuğu için susuyor.
Babanın oğlunu ararken kendini ve eşini sorgulaması ama bir yandan bize de sorgulatması, annenin seyircilerin arasına gelip, “Oğlumu arıyorum, yok mu oğlumu gören?” diye sorması, belki de kazayı gören ama susan insanları temsil etmemiz… Çocuğun kayıp ilanlarının üstümüze atılıp susmamız, “parayla susturulmamız”, masum bir çocuğun ölümüne tüccar kalmamız, bir şey beklememiz ya da hiç olmazsa hayatımızı riske atmamamız adına susmayı tercih etmemiz… Polisin, “Benim de çocuğum var,” klişesine inanan masum bir aile ve daha sonra o polisin katillerle işbirliği yapmış olduğunu görmemiz… Çoğunlukla evrensel olayların karşımıza çıktığı bu oyun ve oyunculuk insanı düşünmeye, sorgulamaya, incelemeye, belki de üçüncü sayfa haberlerine eskisi gibi bakmamayı öğretiyor. “Bizim başımıza gelene kadar biz kördük,” diyor baba, “şimdi körler ülkesinde yalnız iki insanız.”
Oyunda kullanılan bir diğer aksesuar da kırmızı ponpon. Burna takılan bu burun da epik bir unsur kazandırıyor, dramatik etkiyi kırıyor. Bir yandan az dekorla çok şey anlatılıyor; örneğin iki tabure bir masa, bir yandan bu iki tabure bir masa sorgu odası oluyor, bir yandan kırmızı yünlerin olduğu morg, bir yandan musalla taşı, bir yandan anne babanın çaresizlik içinde birbirine sarılıp yattığı yatak oluyor, sohbet edilen yer oluyor… Morg sahnesinde sevgili Ezgi Coşkun’un anne feryadı hâlâ kulaklarımda diyebilirim, hem dramatik hem epik bir arada yaşıyor Ezgi anne rolünde, ikisini bir arada veriyor seyirciye. Tak kırmızı ponpon burnu takıyor epik, tak onu çıkarıyor, bir anne gibi acıyı yaşıyor dramatik, acılarını doyasıya yaşayan, bağrına taş basamayacak kadar acılı bir anneyi veriyor. Seyircilere gelip, “Oğlumu gördünüz mü?” diye çaresizce seslenmesinde dramatik anlar yaşıyoruz. Eşini tokatlıyor, sigarasını içiyor, o dumanın arasından oğlunu görmeyi hayal ediyor, burnu taktığında aslında anlıyoruz ki bir şeyler yutuyor, o burnu taktığında oğluna kavuşuyor hayalinde… Ve sonra birden nefesini yitirmiş bir kadın, sahnenin ortasında yer alıyor, acılarına dayanamayıp hayatına son veren bir anne.
Oyun metni yoğun olduğu kadar, oyunculuklar da bir o kadar çarpıcı… Anne ve baba rollerinde karşımıza çıkan Ezgi Coşkun ve Mehmet Ali Nuroğlu gerçekten çocuğunu arayan, çocuğunun ölümüne hüzünlenen, çocuğunu gördüğünü zannettiği halusinasyonlarının içinde gerçekten de o hissi seyirciye verebilen bir oyunculuk sergiliyorlar. Annesinin özenle ördüğü kazak ve kaza günü çocuğun onu giymiş olması da ayrı bir hüzün. Ezgi Coşkun ve Mehmet Ali Nuroğlu, oyunun her anını o kadar içselleştirmişler ki sahnede hepimizin acısını yansıtıyor gibiler adeta… Oyunun başında gördüğümüz dört katil de en başta kukla gibi görünüyor. Sadece kafalar var, hareketli ışık ve kendilerinin de jest-mimikleriyle hareketli bir disko topunu andırıyor. Birbirlerini sorgularken bir ciddi, bir alaycı olmaları ve sonunda kahkahalar atıp fotoğraf çektirerek sahnenin sol tarafında bulunan (seyirciye göre) kamerada görünmeleri de oyunun yoğunluğunu hafifleten unsurlar arasında. Yine en başta katiller arasında gördüğümüz polis de ikilik yaratıyor ve yabancılaşma etkisi bu karakter aracılığıyla da hissediliyor. Çocuk kuklaları yönetenlerse seslendirmede ve kuklaların yönlendirilmesinde büyük bir hüner gösteriyorlar.
Basit bir araba kazası diye her gün gazetelerin üçüncü sayfasında okuduğumuz bir olayın arka planında darmadağın olmuş, babanın söylediği gibi “evine yangın düşen” bir ailenin, hatta çaresiz bir ailenin tablosunu görüyoruz başarılı oyunculuklarla beraber. Karanlık sahne, el fenerleri, fotoğraf çektirip gülen katiller, minik kamera ve sahnenin yanındaki bir ekranda görüntüleri. Bu katillerin el feneriyle sadece kafaları görünüyor, fotoğraf çekiyorlar, bu fotoğraf çekme anı Brechtyen bir tiyatro sahnesi veriyor bize. Bunun sebebi de aslında üzüldüğümüz bir olaya, dramatik sahneye yabancılaşmamız bu fotoğraf karesiyle beraber…
Erkek çocuk, ölümünden sonra bir kız çocukla beraber arafta kalıyor. Kız çocuk, kendisini kaçıran adamın ilaçlarını içip intihar ediyor, daha fazla dayanamıyor, bu yüzden hep arafta, inançta yer aldığı üzere. Erkek çocuğu cennete götürmek için melek kılığında bir erkek gelir ancak erkek çocuk, kız arkadaşını bırakıp cennete gidemez, arafta bile onu yalnız bırakmaz, çocuklar oyun oynarlar, tıpkı yaşarken olduğu gibi… Bu sahne içimizi acıtan dramatik sahnelerden biridir; çocukların ailelerinin yanında, sokağında değil de arafta sıkışıp kalarak sonsuza kadar çocuk kalmaları… Bu sahnede oyunun dramatikliğini kırmak için kullanılan melek tacı aracılığıyla, ağlayacağımız sahnelerde bazen gülümseyebildik, çocukların masum oyun oynamalarına, geleceklerine değil de geçmişe dönüp yapmak istediklerine tebessüm edebildik. Tıpkı çocuğun ara ara ailesini ziyaret etmesi, annesinin saçlarını öpüp okşaması gibi, annesinin onun saçını öpmesi gerekirken…
İşin zor tarafı anne- baba olmak değil, adaletin tecelli edememesi aslında. Oyun boyunca bunu açıkça görüyoruz.. Polisin, “biri görürse biz buluruz” demesi, polisin “bizim görevimiz masumları korumak” demesi ama bunun için hiç çaba göstermemesi gibi durumlar ne kadar tanıdık geliyor aslında. Elbette bu, her polis için geçerli değil ama bir stereotip çiziliyor. Adalet tecelli edemeyince anne intihar ediyor, baba deliriyor, kendini suçluyor ve oğlunu kendisinin öldürdüğünü söylüyor, katillerin ve polisin istediği gibi.
Oyunun sonunda intihar eden bir anne, deliren ve suçu üstlenen bir baba, bunun neticesinde rahatlayan katiller ve aslında hepimiz, taktığımız kırmızı ponpon burnumuzla sessizliğe mahkâm edildikçe daha çok kabulleniyoruz yaşadıklarımızı. Etrafımızda yaşananlara gözümüzü kapatmayı tercih ediyoruz, rahatımız bozulmasın diye, keyfimiz kaçmasın diye.. Peki ya bir gün bizim başımıza geldiğinde de yalnız kaldığımız için etrafımızdakileri mi suçlamalıyız yoksa sustuğumuz zamanları mı hatırlamalıyız? Ateşin düştüğü yeri yaktığı, masumların büyük küçük demeden hayatlarına veda etmeleri, cenaze törenlerinde içselleştirdiğimiz o sözlerin aslında bir anlamının olmadığını, tesellinin hiçbir amaç taşımadığını görüyoruz; katilin kim olduğu değil, neden gizlendiği ve vurup kaçtığını, neden adalete teslim olmadığını, neden adaletin onu aramadığını soruyoruz. Burada “katil kim?” sorusu yok. Burada adalet sorunsalı çarpıyor yüzümüze, görmek istemediğimiz, hepimizin çocukları büyüttüğümüz ama bir yandan da büyüyemeyen çocuklarımız… Oyunun sonunda atılan konfeti, kırmızı burunlar bir sirkteymişiz de kendimizi eğlendirmeye çalışıyormuşuz gibi hissettiriyor… Hatta ağlayacak halimize gülüyor gibiyiz daha çok…
“Bu Gece Bir Cinayeti Örteceğiz” kalabalık, harika, canlı bir ekiple Ankara’da Çankaya Sahne’de yer almaya devam ediyor, polisiye ve tiyatroyu bir arada sevenlerin büyük ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Şimdiden seyredenlere, biletlerini çoktan alanlara iyi seyirler!